17 Ekim 2010 Pazar

BİZANS İMPARATORLUĞU DEĞİL DOĞU ROMA İMPARATORLUĞU OLACAK

Öncelikle Bizans İmparatorluğu adından bahsedelim. Olsa bir zaman makinesi ,gitsek ol zamanlara ,adamlara Bizans İmparatorluğu desek garip bakışlarla süzerlerdi bizi çünkü ora vatandaşlarının kendilerinin Bizans İmparatorluğuna dahil olduklarından haberleri yoktu. Bu ad 19.yy.da sayın tarihçilerin verdiği bir isimdir bu devlete..Anlaştık mı? Zaman makinesinin ilk talihlilerinden olup da o çağı seçecekseniz bu noktaya dikkat edeceksiniz. Durduk yere negatif davranışlara maruz kalmayasınız diye diyorum.Yoksa bacak sizin ,istediğiniz gibi asılın!
Şimdi kendilerinin Doğu Roma İmparatorluğu'nu kurduklarını düşünen ama tarihçilerin herhalde daha uygun görüp adını değiştirdikleri tek ülke(?) ile ilgili neler diyebiliriz bakalım... Burada durup özür dileyeyim peşinen. Üniversitede okurken hem hocaların hem kitaplarımızın uzuuuuun cümleleri bizi epey zorlamıştı başta. Ama insan nelere alışmıyor ki! Sonuç olarak akademik kariyer yapılmadı tarafımdan ,çabuk pes ettim ama konu tarih ve sanatsa elimde değil uzun cümleler kurmamak.
Akademisyenler kadar yapmam belki ama siz pes etmeyin sonunu getirin varsa uzun cümlenin olur mu? ''Artık üniversitede değilim ,buna katlanmak zorunda değilim.'' diyenlere saygım var. Onlar okumayı şu an kessinler lütfen. Çünkü ben yazarken eğleniyorsam okuyanlar da eğlenmeli... Eğlenemiyorsanız çıkınız lütfen. Bakınız nezaketim 3. lütfene uzanmıyor...
Doğu Roma İmp. nu Roma İmp.u ile karıştırmayalım.Gerçi Roma İmp.u mitoz bölünme ile çoğalmıştır kabul ama Doğu Roma kendine has bir üslup yaratmıştır. Hem devlet yönetimi hem sanat hem sosyal hem din açısından. İkizi Batı İmp.u başka bir alem, konumuz İstanbul olduğu için birebir ilgilenmiyorum.
Tamam Doğu Roma İmp. , Roma İmp.'ndan doğmuştur. Ama doğum günü ile ilgili kesin bir tarih verilemiyor. Bizim büyüklerimiz ''Yok hasat zamanı ,yok ilk kar düştüğünde ,işte yoncalar çıktığında derdi annem ''diye en azından mevsim belirlerlerdi ama söz konusu Doğu Roma olunca kazın ayağı başka şekil. Tarihçiler şöyle ayrılıyorlar: Roma imparatoru Büyük Konstantin,Konstantinopolis'i 2.Başkent -330-yaptığı zaman diyenler. Hayır efendim ,asıl sonradan Roma İmp., I.Theodosius ülkeyi 2 oğlu arasında paylaştırdığı zaman-395- (hepimize babamızdan birşeyler kalacak ama Tanrı aşkına iki imp.luk verdi çocuklarına Theo) diyenler. Ve başkaları... Aklıma gelmiyor ama başka iddialar da var yeminle!
Göbek bağı ne zaman kesilmişse kesilmiş şurası kesindir ki bizim Bizans diye bildiğimiz Doğu Roma İmp.u Devleti kendini Roma İmp.u'nun asıl devamı olarak görmüş, vatandaşları da kendilerini Romaioi (Romalılar) olarak adlandırmışlardır, yani Rumlar. Roma İmp.undan farkları (en azından başlangıçta) Hristiyan olmalarıdır. Konstantinopolis dini törenle açılışı yapılan ilk şehir yanılmıyorsam. Konstantin'in Hristiyan olup olmadığına dair farklı görüşler olmasına rağmen dindar bir validesi olduğu biliniyor. Konstantin onun etkisi bir tarafa daha çok siyasi birtakım sebepler yüzünden Hristiyanlık’a önem vermiş ve bu yeni dini biçimlendirmek için uğraşmıştır. Of, tamam artık Bizans diyeceğim! Bizans'ın kardeşi Batı Roma'dan ve annesi Roma İmp.u'ndan bir farkı da 6.YY.da Yunanca'ya geçmesidir. Kardeşi, ana devlet gibi Latince'de sebat etmiştir.
Bizans topraklarındaki insanların hepsi tabii ki Romalı değildi. Adamlar aldıkları yerlerin halkını tamamen katledip ne yapacaklardı ? Anadolu'daki yerli halk grupları ile bir sentez oluşmuştur.(Hangimiz %100 safım diyebilir? Kanımızda o sentez halktan al ve de akyuvarlar dolanıyor. Ayrıca Orta Asya'dan gelirken durakladığımız, ülke kurup yıktığımız yerlerdeki tüm ahalilerden. Rahatça dünya vatandaşıyım diyebiliriz. Bakınız Kızılderililerle de akrabaymışız! Atilla sayesinde Avrupalılarla da...) Kardeş Batı Roma 395 yılında doğduktan sonra çok ömür sürmemiş yok olup gitmiş. Diğer Avrupa ülkeleri Roma İmp.u gibi bir güç elde etmek için zaman zaman uğraşmış fakat asla o kadar büyük bir birlik oluşturamamış:)
Bizans'a gelince, Doğu Avrupa'nın uç kapısı olarak özellikle 330-565 yılları arasında geri kalmış Avrupa'nın ağzının sularını akıtan ama asla yaklaşamadıkları, Dünya'nın en önemli ve zengin, kültür ve sanat merkezi olmuş.Tabii en dikkate değer yeri de Konstantinopolis,yani güzeller güzeli İstanbul ...Eh bu büyüklüğün bedeli de geniş toprakları layığınca yönetememek, sonradan Osmanlı'nın başına da geldiği gibi pastadan pay almak isteyenlerle uğraşmak olmuş. Hele Konstantinopolis bir sürü kuşatmayı atlatmak zorunda kalmış. Ama Konstantinopolis ,Bizans gücünü yitirmeye başladığı zaman bile bugün değerini bilemediğimiz harika surları ve stratejik konumunun avantajları sayesinde kurtarmış kendini. Sadece kuşatmalar değil, neredeyse yüzyılda bir sarsan depremler, yangınlar , iç ayaklanmalar, (ki en büyükleri olan “Nika” isyanında 2. Ayasofya yanmıştı -evet 2. ,bugünkü 3. binadır-Justinianus Karısı Theodora'nın ayak diremesi sayesinde korkusunu yenip kaçmak yerine isyanı bastırmış ve galiba 30bin kadar isyancıyı(?) Hipodromda katletmiştir.), veba Konstantinopolis'i uğraştırmıştır.Ama hepsinden kurtulmuştur.
Hem Bizans hem Konstantinopolis açısından ilk büyük darbe Avrupa'nın açgözlülüğünden kaynaklanmıştır. Adamlar güya kutsal toprakları almak ama aslında doğunun zenginliklerini ele geçirmek için çıkıp durdukları bilmem kaçıncı Haçlı Seferinde topraklarından geçmelerine izin verip duran Bizans'a kazık atıp Konstantinopolis'i kuşatmışlar-1204-. İşgal etmeyi başarıp günlerce yağmalamışlar. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden zengin olma peşindeki çapulcu karma Haçlı ordusu güya dini sebeplerle çıktıkları seferin yarı yolunda Hristiyan Konstantinapolis'in ve dünyanın en büyük kilisesine saygısızca dalıp kapısındaki gümüşü eritmiş, kutsal ayin eşyalarını, kumaşlarını bile çalmış. Hipodrom'u süsleyen koca sanat eserleri bile ellerinden kurtulamamış.(Bu eserlerden beyaz mermerden 4'lü at heykelini bugün yanılmıyorsam Venedikte- Hipodrom kadar tarihi olmayan-tarihi bir binanın tepesinde görebilirsiniz.Dojlar Sarayı diyesim geliyor(?) Yağmalama ve halka eziyet bir tarafa yangın çıkarmışlar ve Konstantinopolis'in yarısından çoğunu viraneye çevirmişler. Bu da yetmemiş 1261'e kadar 57 yıl işgal etmişlerdir. Tarihe “Latin İstilası” diye geçen bu kesinti dönemi Bizanslılar toparlanıp geri aldıklarında bitmiş ama işgal öncesi bugünün süper devletleri gibi güçlü ,gelişmiş bir ülke olan Bizans işgal sonrasında artık küçük bir devletti. Siyasi gücü zayıflamış olmasına rağmen ilginçtir Bizans girdiği bu yeni dönemde daha üstün bir sanat sergilemiştir. Mihrap yerindeymiş yani…
Sonuç olarak biz Türklerin aldığı Bizans surlarının gücü yüzünden anneannemin deyimi ile “leşini sürükleyen” bir devletçikti. O surlar ki bizi bile uğraştırdı. Belki de o yüzdendir ki dünyanın en önemli tarihi eserlerinden biri surları Cumhuriyetimizde dahi toparlayamıyoruz. Avrupalı, Hrıstiyan kardeşlerinin Latinlerin istilasına uğramasına ses çıkarmadı ama (bu size bir şey hatırlatıyor mu?) Türklerin zamana uygun olarak stratejik önemi olan ,Avrupa'ya açılmasını kolaylaştıracak bir yeri almasına bayağı bozulmuştu. Eh homurdanmakta haklıydılar tabii ama güçleri yetmiyordu.Tabii kurt kocayınca köpeklerin oyuncağı olur misali güçleri yetmeye başladıktan itibaren bizimle oynamaya başladılar.Hatta İstanbul'u işgal etmeyi de becerdiler. Ama son sözü biz söyledik.’’Geldikleri gibi gittiler’’, çok şükür. Ben Bizans'ın doğum günü olarak 395'i -ki bazıları daha ileri tarihler de verir- benimsediğim için Konstantinopolis 1058 yıl yaşadı diyeceğim. Bizans olarak ,yanlışlık olmasın, Yunanlı değil Roma devamı olarak! İstanbul şimdilik 553 yaşında. Köy,kasaba,şehir neyse ilk yerleşimden beridir bu şehrin yaşı en az 5000'dir.Bu yazı Bizans ağırlıklı oldu. Osmanlı'ya da sıra gelecek. Buraya kadar okudunuz tebrik ederim :)
Tekrar okumadan yazıyı sayfama geçeceğim. Sürç-ü lisan ettiysem affola... (2006)

11 Eylül 2010 Cumartesi

İSTANBUL KIŞA HAZIRLANIYOR

Dün köprünün korkuluğuna dayadım elimi
Buz gibi
Artık denize bakmak
Serinletmiyor içimi
Ne çare üşütüyor

İşten çıkınca karanlık basıyor
İnsanların hali daha telaşlı
Taşıtlar daha çabuk geçiyor
Böyle günler kısaldıkça sanıyorum ki
Kış daha çabuk geliyor

Tophane'nin önünde
Odun boşaltan kayıklar var
Sabahları gittikçe sis artıyor
Herkesin dilinde aynı şey
Odun derdi
Kömür derdi

...


...
Ellerimizle eşya arasına bir şey girdi
Fakat düşünüyorum da sen hiç değişmedin
Sesin hep öyle sıcak,yüzün aydınlık
NECATİ CUMALI
Biliyorum bu şiir için henüz erken.Sonbahara yeni girdik,akşam ezanı 19.30 gibi okunuyor,yani günler hala uzun.Fakat bugün,bayramın 3. günü,hava kapalı ve serin.Aklıma kışı düşürdü işte.Gurbetten dönecek kardeşimi,yeğenlerimi düşününce karamsarlığım dağılıyor.Ama yine de,şimdi yaza girmek üzere olsaydık harika olurdu.Yaşlandıkça yazı daha çok seviyorum.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

GALATA SURLARI VE KULESİ



Galata surlarının çevrelediği yeri İtalyan varoşu olarak da adlandıranlar var.Tabii İtalyan kolonisi demek daha doğru olur.(Bunu şaşırtıcı bulanlara hatırlatmak isterim ki 2. yy.da şehir Roma İmparatorluğu’na geçmişti,yani İtalyanlara…). İtalyanlar başlangıçta, bilinen sur içine yerleşmiş. (İlk İtalyanlar Amalfi’den gelmişler sonra Venedikliler duhul etmiş.) 2. yy’da Hristiyan kilisesi Katolik ve Ortodoks diye ayrılmış.Böyle olunca zaten birbirlerinden pek hazzetmeyen İtalyanlar ve Bizanslıların arasında gerginlik olmuş. Velhasıl Galata civarına yerleşen İtalyanlarla Bizans halkı arasındaki kötü ilişki zaman zaman ciddi kavga ve saldırılarla devam etmiş.Sonuçta çok sağlıklı olmasa da karşılıklı çıkarlar sayesinde uzun süre bir arada yaşamayı başarmışlar.Venedikliler ticaret yaparak hem kendi kolonilerini hem Venedik’i ihya etmişler.
4.Haçlı Seferi’nin dinine bağlı ordusu Kudüs’e giderken onun yerine zengin ve görkemli Constantinopolis’i son derece dünyevi duygularla almış(13.yy).Ordu Venedikli İtalyanlarla diğer Avrupalılardan oluşuyormuş. Zaten Hristiyanların olan bir şehri fetheden bu ordu, şehir halkının çoğunu katledip şehri yakmış,yağmalamış.(Bu sayede İtalya bugün birçok değerli Bizans eserine sahiptir.) Bizanslılar yaklaşık 60 yıl sonra şehri geri almayı başarmışlar.Tabii Venediklilere karşılık vermeyi borç bilmişler.Galata’daki Venediklilere saldırmışlar.Surları yıkmışlar.Galata’yı Venediklilerin rakibi olan Cenevizlilere vermişler.Bu sefer İtalya’nın Cenova kenti ihya olmuş.
Cenevizliler Latin İstilası’ndan ağzı yanan Bizanslıların izin vermemesine rağmen önce kuleler sonra da sur duvarı yapmaya başlamış.Velhasıl arazi satın alarak, İmparator’la gerginlikler hatta çatışmalar yaşayarak inatla bölgelerini genişletip güvenli hale getirmişler.Sonunda bir anlaşmaya varılmış.Ama imparatorluğun gücünü kaybetmesini, artanTürk tehdidini kullanarak surlarla ilgili çalışmalarını neredeyse 1435’e kadar sürdürmüşler.
Şehrin tarafımızdan fethedilmesi sırasında çekimser kalan Cenevizliler Fatih Sultan Mehmet ile mülklerini,surlarını ve kiliselerini güvenceye alan bir anlaşma yapmayı başarmışlar.
Depremler ,yangınlar,yol genişletme için yıkmalar derken şimdi sur gitti ismi kaldı yadigar. Bir de surun kuzey sınırı olan Galata kulesi …Kule yangın kulesi olarak kullanılmış .Şiddetli fırtınaların verdiği hasar yüzünden 19.yy’da yeniden yapılmış.Yani bugünkü kuleye bakıp eski kuleyi göremiyoruz.Ama İstanbul’la ilgili akla ilk gelen eserlerden olmuş,Hezarfen Çelebi’nin uçma deneyine başlangıç noktası olmuş,turistlerin ve dahi bizlerin çıkıp latif bir manzara seyretmemize imkan vermiş, İstanbul’un görüntüsüne güzellik katmış bir yapıdır.İş bu nedenlerle severim kulemizi ve yüzlerce yıl ayakta durmasını dilerim:)Bir de etrafını saran yapılar güzel olsa!

9 Temmuz 2010 Cuma

ARGO VE KÜLHANBEYLERİ

        Cem Yılmaz'ın bir gösterisini izliyordum. Bakış açısı, yorumları gerçekten komik. Arada argo sözler kullanıyor, bir iki yerde bıçkın taklidi yapıyordu. Aklıma 'Argo' yazım geldi. Ama kuru kuruya argo söz ve anlamlarını vermek istemediğim için biraz eklenti yapacağım.
       Argo konuşmayı eski Türk filmlerinde bıçkın delikanlıların konuşmalarında duyardım. Özellikle Neriman Köksal-Orhan Günşiray ve Türkan Şoray-Tanju Gürsu ikililerinin oynadığı 'Fosforlu Cevriye' filmlerinde argo bolca kullanılmıştır. Sürüyle film var tabii ama benim aklımda özellikle bunlar kalmış. Son çekilen 'Yedi Kocalı Hürmüz' filminin fragmanını izlemiştim. Bir sahnesinde Nurgül Yeşilçay neredeyse nefes almadan ard arda argo sözlerle konuşuyordu -ilk kocasıyla olmalı, külhanbeyiydi- çok komikti.
       Çocukluğumun geçtiği mahallede abilerin konuşmalarından da aşinayım argoya. Şimdi farkediyorum ki bildiğim bazı argo sözleri gençler bilmiyor -en azından benim çevremdekiler- Onlar film ve dizilerden yeni popüler kelimeler öğrenip dillerine pelesenk ediyorlar. Her kuşağın kendi gençliğinin kelimeleri var.
       Girizgah tamam, argo birkaç lafı da ekledim sona ... Eh bu dili doğal olarak kullanan külhanbeylerinin ne menem kişiler olduklarını da yazayım bari.

          Osmanlı İmparatorluğunda kimsesiz olan veya üvey anne-babanın bakmayıp sokağa attığı veya ebeveyni olduğu halde idare edilemeyen , reddedilen , evden kovulan çocuklara , merhametli hamam sahipleri, hamamların külhan kısımlarında kalma izni verirlermiş.     
        Külhana kabul edilen çocukların en kıdemlileri :) ateşe yakın yere , diğerleri de kıdemlerine göre ateşle kapı arasında bir yere konuşlanırmış.
        Çocuklar , odun taşıyarak , biriken külleri dışarı atarak , ortalığı temizleyerek  yapılan iyiliğe karşılık verirlermiş. Mahallenin iyilikseverleri çocuklarının eski kıyafetlerini , Ramazan'da artan yemekleri , ekmekleri verirlermiş.
        İşte bu biçarelere külhanbeyi denirmiş.Yazın sahillerde odun yığılan yerlere (Yenikapı, Çatladıkapı, Unkapanı, Salıpazarı, Fındıklı, Üsküdar...)  dağılır , akşamları odunların üstünde yatarlarmış.
       Gedik Paşa Hamamı külhanından çıkma külhanbeyleri en ünlüleriymiş.
       Büyükler  pazarlarda küfe ; küçükler de hanım ve efendilerin eşya bohçalarını taşıyarak geçinirlermiş. Büyüdüklerinde bazıları tulumbacı , bazıları yankesici veya hırsız olurmuş.
İçlerinde okumak isteyenler , mahalle mektebine gidenler , camide ufak tefek işler yapanlar , büyüyüp müezzin olanlar da varmış.
       Nizam-ı Cedid kurulduğunda zamanın külhanbeylerinin çoğu orduya katılmış.
Kendilerine özgü bir ses tonu ve tavırla konuşmalarına halk arasında 'külhanbeyi ağzı' denirmiş. 


*Bu bilgiler Abdülaziz Bey'in "Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri" adlı kitabından bir özettir. Tavsiye ederim, okuması gayet keyifli. -Tarih Vakfı Yurt Yayınları-

Birkaç argo laf :
Cinlemek: Çok kızmak
Babası tutmak: Zenci kadınların k ızması kastediliyor
Aftos piyos: Rumca-''Bu nedir?'' Türkçe-''Onu kim alır,kim satar'' veya ''Ne önemi var?''
Alabanda:Ağırlamak
Aldı fitili:Fena kızdı
Apiko: Süslü
Avucu açık:Müsrif
Beberuhi:Çok kısa boylu adam
Boşan da semerini ye: Doymadan yiyenler için
Burnu kırıldı: Haddini bildi
Camgöz: Meraklı
Canbalak atıyor:Sıçrayıp geziyor
Çamura oturttu: Hile ile aldattı,iflas ettirdi
Çapaçul: Perişan elbise ile gezen
Çarşamba karısı: Çocuk korkutmak için uydurulan hayali varlık
Çetrefil: Türkçe bilmeyen,yanlış söyleyen
Çolpa: Beceriksiz adam,dikkatsiz iş gören
Daltaban: Boş boş dolaşan,ayağına üşenmeyen
Dili ekmekçi küreği kadar: Her söze terbiyesizce karşılık veren
El ele verseler Bağdat'ı bulurlar: Kalabalık aile
Farfara:Telaşlı,aceleci
El elde baş başta: Neyi var neyi yoksa tüketmiş
Evir tevir:Boş söz
Feleğe kelek demeyen takımından:Kimseye boyun eğmez,minnet etmez
Felfes:Vakitsiz iş yapan,işine özen göstermeyen kişi
Fındıkçı:Hileci
Fingir fiş:Fazla serbest davranışlı,ona buna açık saçık söz atan

2 Temmuz 2010 Cuma

OL ZAMANLAR BİR İNCİLİ ÇAVUŞ VARDI

16. yy. sonu 17.yy. başlarında yaşadığı sanılan İncili Çavuş'un asıl adı Mustafa Efendi'dir.Çağdaşı olduğu padişahlara müsahiplik (büyük bir zatın yanında bulunarak onu sözleriyle,sohbetiyle eğlendiren kişi) yapmıştır.İlk müsahiplik yaptığı padişah Sultan Mustafa'dır.Onun dikkatini bıyıklarına taktığı inciler yüzünden deli sanılarak çekmiştir:)
İşte size bu yaşlı yeniçeri çavuşunun yaşadığı olaylardan biri...

Hünkarın gözdesi olduğu için İncili Çavuş'u kıskananlar onun bazı suçlarını padişaha jurnalliyorlardı.Hünkar kendisini sorguya çekince yaptığı hatayı affettirecek bir bahane mutlaka buluyordu.Birgün padişah:
_Usandım senin özürlerinden,demiş.Ceza olarak öyle bir hata işleyeceksin ki;özrün kabahatinden büyük olacak!
İmtihana benzeyen bu garip cezaya:
_Fermanın taçtır başımıza... deyip düşünmeye başlayan Çavuş nihayet sahneyi tertip etmiş:
Akşam... Alacakaranlığın loş divanhaneleri(salonları) sardığı mumların henüz yakılmadığı bir demde,harem dairesi kapısında padişaha rastlayan İncili;ayaklarının ucuna basarak gelip Sultan Mustafa'nın gerisini okşamış! Öfke ve hayretle dönen padişah, karşısında koca muzibi görünce bağırmış:
_Neydi o hayasızlık,behey küstah?
İncili Çavuş şu cevabı vererek imtihanı kaznmış:
_Özür dilerim padişahım! Karanlıkta sizi kadınefendi zannettim!
Milliyet ,''Türk Mizahının Öncüleri'',fasikül16

12 Haziran 2010 Cumartesi

OL ZAMANLAR BİR BEKRİ MUSTAFA VARDI

Bekri Mustafa nam kişi hakkında kesin bilgiler yoktur.Yeniçeri olduğu ve 1779-1819 yılları arasında yaşadığı sanılır.Bu bilgiler de tarihçi Fazıl Ayanoğlu'nun Edirnekapı'da bulduğu bir mezar taşından öğrenilmiştir.Ayanoğlu bu mezar taşında yeniçeri kavuğu olduğunu görüp okumuş.Üstünde şöyle yazıyormuş:''Merhum ve mağfur el muhtaç-ila rahmetli Rabbilhilgafurelli iki bölüğün seyyit-Bekri Mustafa'nın ruhiçün fatiha sene 1235.''(Buradaki bilgileri ve fıkraları Milliyet Gazetesi'nin Türk Mizahının Öncüleri adlı Ansiklopedisi'nin 18.fasikülünden aldım.Maalesef tek bir fasikülüm var:) Çocukken saklamışım ,iyi de yapmışım.Umarım bu çalışmayı tekrar yayınlarlar.)
Neyzen Tevfik kadar içkiye düşkün olan Bekri Mustafa ile ilgili fıkralarda 4. Murat geçer.Halbuki içkiyi yasak etmesiyle ünlü padişahın devrinde değil 4.Mustafa devrinde yaşamış olması gerektir.Üstelik 4. Murat'la fıkralardaki gibi konuştuğu düşünülemez bile.Herhalde iki farklı karakteri fıkralarda dahi biraraya getirip konuşturmak halka komik geldi.İşte size bir örnek:
4.Murat içkiyi yasak ettiği günlerde Bekri Mustafa ve 2 arkadaşı tenha bir köşede demleniyorlar.Padişah yasağın iyi uygulanıp uygulanmadığını görmek için kenti gezerken,sarhoşları ansızın yakalar ve kendisini tanımayan Mustafa'ya sorar:
_İçkinin yasak olduğunu bilmiyor musunuz?
Bekri bir kadeh daha yuvarlayarak karşılık veriyor:
_Biz yasağı biliyor ve imha ediyoruz!
Şimdi burada duralım ,bir an bu hayali konuşmanın gerçek olduğunu düşünelim.Dahası Bekri Mustafa olduğunuzu düşünün... Evet, size de bir ürperme geldi mi?
Devam edelim .Bu kez de padişahsız bir fıkrası:
Hazretin yaşadığı devirde,cahil bir kadının çocuğu hastalanıp ateşler içinde yanmaya başlamış.Çocuk bir aralık doğrulup ateşin tesiriyle sayıklamış:,
_Anne,ben eşeğe binip minareye çıkacağım.
Cahil kadın basmış yemini:
_Allah, ahdım olsun,eğer iyileşirsen seni eşeğin sırtında minareye çıkaracağım.
Gerçekten çocuk 3 günde ayağa kalkınca kadın meseleyi kocasına anlatmış.Şaşıran adamcağız hocalarla görüştü ise de işin kitabına uydurulması bir türlü mümkün olmamış.Sonunda 2 kadeh arası bazen çok uygun cevaplar verdiği bilinen Bekri Mustafa'yı bulmuşlar.Bekri,sorun kendisine anlatılınca çocuğun babasına sigara tabakasını uzatıp:
_Hele bir sar bakalım, demiş.
Adam el uzatmamış.
_Neuzubillah,tütün içen kafir olur.
Bekri gülmüş:
_Saf bir adama benziyorsun,şurada iyi şaraplar yapan bir Rum karısının evine gideceğim.Sen de gel,hem bir kadeh içersin,hem de kadının güzel kızına bakıp mest olursun.
Adam bu teklife de yanaşmamış.
_Ben cennette hurilerle gezip,kevser şarabı içeceğim.
Bekri Mustafa sinirlenir gibi olmuş.
_Saçmalama be adam,cennette meyhane bulamazsın.
Adam yine diretmiş:
_Zinhar bana böyle bir teklifte bulunma.Oraya giden artık Hristiyan olur.
Bekri Mustafa meyhaneden içeri girerken,adama şunları söylemiş:
_Adak imkanı ortaya çıktı.Çocuğu sırtına al çık minareye.

Burada ''köpek yese kudurur''cinsinden bir hakaret var tabii ama Bekri gibi bir adamın kendinin uygun bulacağı bir çözüm üreteceğini düşündüğüne göre hakketmiş

29 Mayıs 2010 Cumartesi

ÖYLESİNE...


Hani "Galata" demişken çektiğim bir fotografı araya sıkıştırıyorum sadece...Şimdi hem köprüye hem kuleye birer bilgi yazısı borçluyum!

22 Mayıs 2010 Cumartesi

DAYILAR DAYILANIP YAYLAR YAYLANDIKÇA

...

Yüreğinin dubalarını geniş tut,ihtiyar!
Sen böyle nice dayılar gördün bugüne kadar
Hepsi de yedeklerinde sürüye sürüye ayılarını
Senin üstünden azamet-i böbreki ve kalpak-ı pöstekiyle geçip
Tarihin hayvanat bahçesini boyladılar.
Can YÜCEL

Rahmetli şairimiz elbette eski Galata Köprüsü’nü yazmış.Dubalar üzerindeki yaylanıp duran köprüden ben de geçtim. Gıcırdayan,eski püskü, İstanbul’a has olan yapılardandı. (2006) Her şey değişir.Şimdiki köprü, dubalı kadar titremiyor.
Bu şiir bu ara en sevdiğim şiir.Meydan okumayı,alayı,teselliyi zahmetsizce verivermiş Yücel. Köprüyü bir "ihtiyar"olarak düşünmek çok doğal geldi.(2010)

19 Mayıs 2010 Çarşamba

İSTANBUL'DA BAHAR

Bütün mevsimler güzel, bahar başka güzel...Erik ağaçlarının çiçek açmasıyla başlayan canlanma son yıllarda takip ettiğim bir “olay” oldu benim için.
Martta erikler çiçek açar, arkasından kirazlar…Kır çiçekleri arz-ı endam etmeye başlar.

Nisanda ayvalar dahil bilumum meyve ağaçları çiçeklerini sakınmaz. Sonra laleler İstanbul’u süsler.Emirgan’a gidenler ,seneye tekrar geleceğim, diye ahdeder. Bizans İmparatorluk rengi erguvanın ağaçları Boğaz’ın yeşilliğine kendi pembe beneklerini katar. Ve erguvanlar gibi sanki her yıl daha çoğalan – kimler dikiyorsa hepsine teşekkür ederim – mor salkımlar, açık renkleri ile sadece Boğaz’ı, yalıları değil en viran yeri bile güzelleştirir. Mayısta sanki, artık meyve ağaçları erguvanlar çiçeklerini kaybediyor,yapraklanıyor diye akasyalar beyaz salkım salkım çiçeklerini açar, kokuları baş döndürür.


Sonra güller gösterir kendini, ardından hanımelleri -Büyükadalıların çoğu bahçelerine dikiyor, çok da iyi yapıyorlar- mayısın kokularına kendilerininkini katarlar. Ve katırtırnakları…Sarı, sapsarı o güzel çiçekler koyu yeşil dallarda harika durur. İğdeler kadife ,yanardöner yeşil yaprakları ile cümbüşe katılır.Velhasıl yeşeren otlarla başlayan koku festivali mayısta tavan yapar.



-Sanırım mayıs sonu haziran başında- manolya ağaçları o kocaman bembeyaz çiçeklerini açar.


Haziranda, bizim semtin sahil yolunu kokularıyla dolduran ıhlamurlar, resmen gövde gösterisi yapar. Eh haziranın yarısı bahar sayılır İstanbul’da …
Bu latif çiçekli, çoğu hoş kokulu bitkilerin resmigeçidi benim için her yıl keyifle izlenmesi gereken bir süreç. Erik, kiraz ve ayva dışında o kadar güzel meyve ağaçları farkettim ki adlarını bilmemem çok ayıp geliyor. İş yerim İstanbul’un Boğaz’daki tepelerinden birinde. Bahçesi olan evlerin olduğu sokaklardan geçiyorum.Bahar burada özellikle dikkat çekici , yeşili bol.
Bu bahardan geçti ama bir kez inip işe gidiş güzergahımı yürüyerek geçeceğim ve bilmediğim ağaçların resmini çekip sahiplerine adlarını soracağım.
İstanbul’da bahar hıdrellezde daha da güzeldir.Son birkaç yıldır yapılan Ahırkapı Hıdrellez Şenliği ile baharın gelişi güle oynaya kutlanır, benim keyfim katmerlenir.
İstanbul’da bahar harikadır.






Not: Bu yazıyı hazır “olayı” izliyorken sırayı kaydedeyim diye yazıyorum.Çünkü bu sene şaşkın ben, katırtırnaklarını erguvanlardan önce açıyorlar diye hatırladığımdan sarışınları göremeyip gereksiz yere üzüldüm !”Mayıs sonunda Boğaz turu yapalım ,erguvanları seyredelim.” dediğim arkadaşlarıma “A açmışlar yahu!” diye –vapurda giderken- mahcup oldum. (2010)

9 Mayıs 2010 Pazar

BİZANS KİLİSESİNDE RESİMLERİN YERLERİ

Bizans kiliselerinde resimle tasvir geleneği vardır.İslamiyet’te yasaklanmış olan insan figürünü kilisede görebilirsiniz. Hz. İsa’nın hayatı, önemli dini olaylar, azizler, hatta önemli din adamları fresk (Yaş sıva üzerine boya ile yapılan duvar resmi) veya mozaik (Küçük renkli nesnelerle bezeli yüzey) ile binanın çeşitli kısımlarına resmedilmiştir. Kariye Müzesi’ne giderseniz iki yöntemle de yapılmış birçok resim görebilirsiniz.
İkonoklazma” denen bir devir (8.9.yy.) boyunca kilisede resim yapılması yasaklanmış, hatta Ayasofya ve Aya İrini gibi önemli kiliseler dahil birçok kilisenin resimleri yok edilmiştir. İkonoklazma nın sebep ve sonuçları da bir yazıyı hakkediyor doğrusu…İkona kırıcılık diye açıklanabilecek bu dönemden sonra kiliselerde yine figüratif (Gerçek varlık ve nesneleri tasvir eden sanat anlayışı) geleneğe dönülmüştür.
İkonoklazmanın ardından Bizans kiliselerinde resim sanatı sert kurallarla uygulandı. O dönemde kiliseler “kapalı Yunan haçı” denen bir planda yapılıyordu. Yani dıştan dikdörtgen görünen binanın içi haç oluşturacak şekilde düzenleniyordu.Bu kiliselerde resimlerin yerleri katı bir şekilde belirlenmişti.
Narteks:Kilisenin giriş kısmı olan nartekste Hz.Meryem’in hayatı ile ilgili resimler görülür.
Naos: Kilisenin ibadet edilen ana mekanı olan naosta Hz.İsa’nın hayatı ile ilgili12 olayın resmini görebilirsiniz. Bunlar:
1.Hz.İsa’nın doğumunun Hz.Meryem’e müjdelenmesi,
2.Hz.İsa’nın doğumu,
3.Küçük İsa’nın mabede götürülmesi,
4.Hz.İsa’nın vaftiz edilmesi,
5.Hz.İsa’nın Tanrı ile ilişkisinin ilk kez belirmesi,
6.Kudüs’e giriş,
7.Hz.İsa’nın mucizelerinden Lazarus’un dirilmesi,
8.Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesi,
9.Hz.İsa’nın çarmıhta ölümünden sonra göğe yükselmesi (Anastasis),
10.Kutsal ruhun, ateşten dilimler halinde Hz.Meryem ve havarilere inmesi(Pentekostes),
11.Hz.Meryem’in ölümü ve göğe çıkması(Koimesis), sahneleridir.
Kubbe: Plana göre kilisenin orta kısmını örten kubbe insanların üstündeki semavi alemdir.Yani gökyüzü. Kubbenin orta kısmına “Pantokrator İsa” resmedilirdi.Hz. İsa’nın etrafında 4 baş melek resmedilir.İslamiyet’te adları:Cebrail , Mikail , İsrafil ve Azrail’dir.
Kubbe Kasnağı: (Kubbenin üzerine oturduğu çokgen geçiş öğesidir.Yani kubbenin ana yapıya düzgün şekilde oturmasını sağlayan bir yapı elemanı.) Bu kısımda 12 Havari yer alır. 13.havari olan Yahuda haliyle hiçbir kilisede yer almaz.
Pandantifler: (Bir kaseyi bir küp şeklinde bir kutu üzerine oturtmaya kalkarsanız köşelerinin açık kaldığını görürsünüz.İşte köşe açıklıkları kapatmaya yarayan yapı elemanına pandantif diyoruz.) 4 pandantife 4 incil yazarı (Markos, Luka, Matta ve Yuhanna) resmedilir.
Bema: Hz.İsa’nın yeryüzündeki varlığının hatırlandığı kısımdır.Onun eti ve kanını simgeleyen ekmek ve şarap bemada yer alır. Bemanın tabanı örten kısmı yeryüzüdür.Bema üst örtüsünün ortasında “kutsal taht” (Hetoimasia) sahnesi yer alır.Bu taht kıyamet günü Hz.İsa’nın kullanacağı tahttır.
Apsis: Kilisenin en kutsal sayılan bu kısmında Hz.Meryem “Tanrı anası”(Theotokos) olarak kucağında bebek İsa ile tasvir edilir. Üstte “son akşam yemeği” sahnesi yer alır.Hz.İsa ve 12 havarisi yemek yerken görülür.Masada Hristiyanlık’ın önemli önemli sembollerinden şarap ve ekmek vardır.İsa bu sembolleri havarilerine verir. Bunun altında “kilise babaları” denen din adamlarının resimleri sıralanır.
Bir kiliseye girip bütün bu resimleri göremeyebilirsiniz.Yapıldığı dönemle ilgili olarak hiç resmi olmayabilir veya ikonoklazma döneminde resimleri yok edilmiş olabilir.Ben Orta Bizans dönemi kapalı haç planlı bir kilisedeki resim düzeninden bahsettim.Fakat farklı kilise planlarında bu resimlerin bazılarını görme şansınız var.
Bizans konusunda biraz daha ilerleyeyim İstanbul’daki Osmanlı yapılarına da keyifle başlarım. Okuyucu-varsa- sıkılmazsa konular gani…(2010)

3 Mayıs 2010 Pazartesi

BİR BİZANS KİLİSESİNİ GEZERKEN…


İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentiydi.Medeniyetlerin en gelişmiş mimari örnekleri çoğunlukla merkezde yeralır.İstanbul veya o zamanki adıyla Konstantinopolis’te Bizans’ın en iyi mimari örneklerine sahipti.Şu an İstanbul’da Bizans dönemi ve Osmanlı döneminden birçok kilise mevcut. Bizans dönemine ait bir kiliseyi gezerken nelere dikkat etmeniz gerektiği ile ilgili ipuçları vermeye çalışacağım. Bir mimari eserin “A, ne ilginç!” “Ne tuhaf!” falan diye söylenerek değil neye bakacağınızı bilerek keyifle, bilinçli şekilde gezilmesi daha tatmin edicidir.Öğrendiklerinizi,gördüklerinizi yine unutabilirsiniz,kimse sizi sınava tabi tutmayacak...
Bizans kiliselerinin mimari planları çeşitlidir ama bölümleri rahatlıkla saptayabilirsiniz.
Kiliseler doğu-batı yönünde yapılır.

Binaya girdiğinizde genellikle evin holü gibi bir kısımla karşılaşırsınız. Batı yönündeki bu giriş kısmına narteks denir.Bazı kiliselerde 2 narteks vardır.İlki “dış narteks”,oradan bir kapı ile girdiğiniz ikincisi “iç narteks”tir.İki narteks,Ayasofya’da görebileceğiniz bölümlerdir. Bir Osmanlı camisinde giriş kısmında dışa açık veya kapalı böyle bir giriş kısmı görebilirsiniz.Buna “son cemaat yeri” deriz.Caminin içi kalabalıksa içeri sığmayanlar burada namaz kılar.
Narteksten yine bir kapı ile asıl mekana -naos- girersiniz.Bir kilisenin insanların ibadet ettiği naos kısmı, tek bir bölüm olabilir.Bölümlere nef denir.Naos 3 bölümlü de olabilir(Ayasofya’nın 3 neflidir.) 5 nefli de olabilir(Büyük kiliselerde görülür.). Nefler birbirinden sütun dizileri ile ayrılır. Orta nef daha geniş, yan nefler daha dardır. Kilisenin plan çeşidine göre üstü çatı ile veya kubbeli bir örtü sistemi ile kapatılmış olabilir.
Ortadaki nef, tonozlu-bir silindirin enine kesilmiş hali- bir bölüm ve üstü yarım bir kubbe ile sonlanır. Burası kilisenin apsisidir. Bizdeki mihrap görevini görür.İnsanlar apsise yönelir. Apsis yarım kubbesinin önündeki kısma bema denir ve oraya sadece din adamları girebilir.Bemayı bir sınır gibi düşünün ,ibadet yeri ile en kutsal sayılan kısmın sınırı . Ortodoks kiliselerinin daha yenilerinde bema kısmının önü alçak bir duvarla kapatılmıştır. Üzeri ikonolarla bezelidir(İkona,Hz.İsa, Hz. Meryem veya azizleri betimleyen resim anlamına gelir.) Bizans kiliselerinde açık olan bemada sunak masası yeralır(Sunak, takdis ayini için kullanılan dini eşyadır). Apsis en kutsal kısımdır.
Bazı kiliselerde apsis kısmının iki yanında minik odacıklar vardır. Pastoforion denilen bu odalardan diakonikon ,kiliseye sunulan armağanların konulduğu veya arşiv veya kitaplık olarak kullanılan bölümdür. Prothesis denen diğerinde ayin malzemeleri hazırlanır ve saklanır.
Bölümler sırasıyla: 1.Narteks 2.Naos 3.Bema-apsis 4.Belki-pastoforion 5.Üst örtü
Her kilisenin çan kulesi yoktur. Çan kuleleri belli bir tarihten sonra yapılmaya başlanmıştır.
Bölümler oldukça basit.Bir kilise değişik planı ile sizi şaşırtsa da bölümleri rahatlıkla tahmin edersiniz.İyi gezmeler…
(2010)

Not:Yukarıdaki zavallı kilise planı çizimi şahsıma aittir. Noktalar, naosu bölümlere(neflere) ayıran sütun dizileridir!

10 Nisan 2010 Cumartesi

İSTANBUL'UN KURULUŞ EFSANESİ

Özellikle eski şehirlerin mutlaka bir kuruluş efsanesi vardır. İstanbul’la ilgili efsaneler pek boldur.Kuruluşu da bir efsane haline getirilmiş.
İstanbul'un kuruluşu M.Ö.3.bine kadar dayanır.M.Ö.7.yy. da Khalkedon(Kadıköy) da bir Finike kolonisi kurulmuş. Ol zemanlar Yunanistan'da halk zaman zaman bir lider öncülüğünde toplaşıp Anadolu'nun verimli topraklarına yerleşmeye gelirlermiş. Böylece bereketten Yunanistan'ı da sebeplendirirlermiş.
Neyse ,efendime söyleyeyim, Khalkedon'dan birkaç yıl sonra efsanevi Yunanlı Byzas denilen komutanın liderliğinde toplanan Yunanlı bir grupla koloni kurmak için yola çıkacaklarmış. Tabii zaman çok tanrılı din zamanı, tanrı Apollon'un (kendisi Zeus'un oğludur ve pek de yakışıklıdır. İnanmayan İst.Arkeoloji Müzesi'ne bir uğrayıp heykellerine baksın) Delphi'deki tapınağına gitmiş. Apollon bilici tanrı olduğundan rahip ve rahibeleri de bu yeteneğe sahipmiş. Önemli kararlar almadan önce onlara danışırlarmış. Bilici rahip Byzas'a şehrini ''KÖRLERİN MEMLEKETİNİN KARŞISINA'' kurmasını söylemiş. Byzas, Korent'ten toplama insanlarla gelmiş Sarayburnu mevkiine, etrafa bakınırken Kadıköy'ü görmüş.Onların çok daha korunaklı ve güzel olan Sarayburnu (bu ad ol zeman için geçerli değil tabii) yerine Kadıköy'ü seçenlerin ancak kör olabileceklerini düşünüp yeni şehirlerini Haliç ve Ligos Burnu'na kurmuşlar. Yeni şehirlerine de liderlerine izafetle Bizans demişler,vesselam. (2006)

6 Nisan 2010 Salı

İSTANBUL'UN İSİMLERİ


BYZANTİON - Koloninin lideri Byzas'a atfen konulmuştur.Kendisi bu jesti hakketmiştir.Jesti halk mı yoksa kendi mi yaptı bilmiyorum!
ANTONİON - Şehir Roma İmparatorluğu'na geçtikten sonra imp. Marcus Aurelius devrinde manevi babasının adıyla anılmış.
KONSTANTİNOPOLİS - Yine Roma imparatoru olan Büyük Konstantin-ki şehri yeniden yapılandırıp imparatorluğunun 2. başkenti yapmış ve İstanbul dünyanın en büyük şehri olmuştur- ilk kez dini bir törenle açılışı yapılan şehre kendi adını vermiştir. Biz de uygun gördük efendim,yakışmış.
YENİ ROMA(Neo Roma) - Konstantin'in büyütüp tekrar açılışını yaptığı şehir eski başkente nazire olarak ''Yeni Roma'' diye de anılırmış.
KONSTANTİNİYE - Araplar defalarca kuşatıp bir türlü nail olamadıkları şehri bu adla anarlarmış.
(Bizim fethimizden sonra bu isim bilhassa paraların üzerinde kullanılmış.)
İSTANBUL - Osmanlı zamanı halk şehre daima İstanbul demiş.
İSLAMBOL - 17. ve 18. yy.larda kullanılmış bir ad.
DERSAADET - Resmi dilde ve yazılarda kullanılmış bir ad.( Saadet kapısı anlamındadır)
DERALİYE - Resmi dil ve yazılarda kullanılmış adlardan. ( Yüce kapı anlamında olmalı)
DAR-ÜL HİLAFE - Resmi dil ve yazılarda kullanılan adlardan biri daha. (Hilafet merkezi anlamında)
ASİTANE - Resmi diiiil veee yazılaaardaa kullanılagelmiş bir başka isim,off . ( Merkez anlamındadır.Osmanlı Devleti'nin merkezi efem) (2006)

Yukarıdakiler benim bildiklerim. Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"sine gözattım. "Her dilde İstanbul isimlerini bildirir" deyip sıralamış:

"*İstanbul Kalesi'nin ilk ismi Latin dilinde Makedonya'dır.
*Sonra Yanko yaptığı için Süryani dilinde Yankoviçe dediler.
*Sonra İskender yaptığı için İbri dilinde Aleksandıra dediler.
*Bir zaman Sırpça Ponzata dediler.
*Bir zaman Yahudi dilinde Vejendoniya dediler.
*Frenk dilinde Yağfuriye dediler.
*Dokuncu kerede Konstantin yaptığı için Yunan dilinde Poznatyam ve Konstantiniyye dediler.
*Nemse dilinde Konstantinopol derler.
*Moskov dilinde Tekuriye derler.
*Afrika dilinde Grandorya derler.
*Macarca'da Vezendonvar derler.
*Leh dilinde Kanatorya derler.
*Çek dilinde Aliyana derler.
*İsveç dilinde Herakliyan derler.
*Felemenk dilinde İstifanya derler.
*Fransızca'da İgrandona,
*Portekiz dilinde Kostiyya,
*Arapça'da Konstantiniyye-i Kübra,
*Hind dilinde Taht-ı Rum,
*Moğol dilinde Çakdurkan,
*Tatar dilinde Sakalip,
*Osmanlılarda İslambol (İstanbul) derler."

("Eviya Çelebi" ünlü eseri, günümüz Türkçesi ile Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı tarafından hazırlanmış ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanmıştır.) (2010)
* Bu yazıya güzel bir İstanbul manzarası lazım. En kısa zamanda çekerim inşallah.

31 Mart 2010 Çarşamba

İSTANBUL’UN ÇOOK TEPESİ VAR AMA…

İstanbul deyince aklımıza çok büyük bir yerleşim gelir.Günümüzün İstanbul'undan bir
sürü kısım sayarız. Tepeleri sorulsa ...Ooooooo, o kadar çok ki! Ama 7 tepe ise bahis konusu ,sınırları küçültmek gerekir.E,küçültünüz efendim! Biliniz ki burada İstanbul ,sur içidir.
İnsanlar hayatları boyunca birçok söz duyarlar ama hepsi ilgilerini çekmez.Algıda seçicilik bizi gereksiz(!) ayrıntılardan korur. Üstünkörü bildiğimiz şeyler zihnimize sızmış sözlerden ,sahnelerden kalır bize. Örneğin''İstanbul'un kaç tepesi vardır?''sorusuna doğrudan ''7'' cevabını verebiliriz rahatlıkla.Ve pek fena çuvallarız:) Soru''İstanbul kaç tepenin üzerine kurulmuştur?'' veya'' Eski İstanbul kaç tepelidir?'' olmalı. Megaralıların kurduğu ilk yerleşim yeri 7 tepe üzerine kurulmamıştı ama Konstantin'in kurduğu ve Roma , Bizans , son olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinden bahsediliyorsa korkmadan yüksek sesle 7 TEPE diyebilirsiniz. Eh,sadece 7 tepe için bu kadar kelime sarf etmeme kızdıysanız hoşgörün. Tepelerin adları az yer kaplayacak, o yüzden laf kalabalığı yapıp yazıyı daha dolu göstermeye çalışıyorum. İtirazı olan?Yok mu? Güzel...
İşte 7 tepe:

SARAYBURNU TEPESİ
BEYAZIT TEPESİ -- NURU OSMANİYE TEPESİ
SULTANSELİM TEPESİ--DAVUTPAŞA TEPESİ--EDİRNEKAPI TEPESİ--FATİH TEPESİ


Konstantin, imparatorluğuna 2. başkent olarak seçtiği bu şehrin 1. başkent Roma gibi 7 tepe üstüne kurulmasını istemiş. Bu yüzden daha evvel küçük bir kasaba gibi olan şehrin sınırları genişletilmiş . Siz de adları benim gibi aklınızda tutamayabilirsiniz-ciddiyim- ama en azından bahsedildiğinde yabancılık çekmezsiniz. İkramımdır... (2006)

20 Mart 2010 Cumartesi

THEODOSİUS SÜTUNU


İstanbul Üniversitesi mezunuyum.Avcılar kampüsü henüz yapılırken mezun oldum,orayı hiç bilmem.Zaten Edebiyat Fakültesi taşınmadı(Çok şükür).Beyazıt'taki karmaşa gözümü yıldırmıştı.Belki sakin Sarıyer'de büyüdüğüm için oranın bir kaos ortamı olduğunu düşünmüştüm.İlk sene her an başıma bir felaket gelecek zannıyla tedirgin geçti.Sonra bir alıştım pir alıştım.Alışveriş yapan, gezen yerliler,turistler,memurlar,işçiler, esnaf, avareler ve öğrenciler ,müthiş bir hareket yaratarak dolanıyordu.Tipler,amaçlar,fikirler her şey farklıydı.Ve her yer harika eserlerle doluydu.İlk senenin şokunu atlattıktan sonra o hareketin parçası olmak bana keyif verdi.Hızlı yürüme alışkanlığım o zamanlardan kalmadır.Yere bakarak yürüme alışkanlığımdan o yıllarda vazgeçtim(Sakın denemeyin, yerdeki salgı örnekleri ile Türkiye'nin yarısının DNA haritası çıkarılır.) Suriçi'nin en temiz değil ama en güzel yeri orasıdır.
Beyazıt'taki Bizans kalıntılarının yanından ilgilenmeden geçerdim.Meğer o kalıntılar Konstantinopolis'in meydanlarından birine aitmiş. Forum Theodosius,yani FORUM TAURİ=Boğa Meydanı...Bu meydanı da anıtlarla süslemişler.Şimdi taş parçası diye yan gözle dahi bakılmayan o taşlar Bizans sanatının güzel örneklerini oluşturuyorlardı. Anlayacağınız konumuz olan sütun da Forum Augusteion'daki sütun gibi yokolmuş.
Çoğu ülke, hepi topu üç buçuk eseri nasıl dikkatle korur,övünür,reklamını yapar.Biz koruma,onarma,reklam yönünden pek başarılı değiliz maalesef. Gurur duyulacak eserlere sahiplik yapıyoruz ama sorumlu davranmıyoruz.
Pardon konu dağıldı.Oldukça büyük olduğu sanılan meydandaki sütun 1.Theodosius'un barbarlara karşı zaferlerini anlatan kabartmalarla süslüymüş.Üzerinde imp.un atlı heykeli varmış. 506'da İmp. 1.Anastasios heykeli indirtip kendininkini diktirmiş.512'deki ünlü Nika ayaklanması sırasında heykel saklanmış bu sayede zarar görmemiş.Fakat heykel Latin İstilası'nda yakayı ele vermiş...Latinler, bu tunç heykeli de Augusteion ' daki heykel,Ayasofya'nın kapısı ,örme sütunun bronz plakaları gibi eritmiş.
Sütundaki kabartmaların çoğu da aynı dönemde batıl inançlı Yunanlılar tarafından yok edilmiş iyi mi!
Biz istanbul'u aldığımızda sütun hala mevcutmuş (cascavlak ama mevcut).1517'deki kasırgada düşen sütunun kalıntıları aynı yy 'da yapılan Beyazıt Hamamı'nın temelinde (başka kimbilir nerelerde) kullanılmış. Hamam en son gördüğümde bakımsız bir haldeydi,umarım restore etmişlerdir(sanmıyorum)Biraz incelerseniz sütundan kabartmalı parçalar görürsünüz.Değdirin elinizi ve en az 1600 yıl önce yapılmış,uzun süre gururla şehrin güzelliğine katkıda bulunmuş sütunu hatırlayın. Gözünüzde canlandıramayabilirsiniz ama ona emek vermiş sanatkarları takdir edebilir onurlandırabilirsiniz...
Not: Bir yapının parçalarının başka bir yapı için kullanılması üzücü ama pratik bir uygulamadır.Üzücü çünkü kullanımı bırakılmış nice eser bu yüzden parça parça yok edilmiştir.Başka bir yapının inşasında kullanılan mimari parçalar (taşı,sütunu,,,,) ‘devşirme parça’ diye adlandırılır. Örneğin Ayasofya'nın inşası sırasında imp. dünyanın birçok yerinden malzeme getirtmiştir ki bunların bir kısmı paganist dönemin çok özel tapınaklarından devşirmedir.Hani içinde brej yeşil güzel sütunlar var ya onlar bir dönem önem verilmiş bir tapınaktan alınmış. (2006)

Not:Beyazıt Hamamı restore edildi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin sağ yanında pırıl pırıl arz-ı endam etmektedir.Duyurulur.(2010)

9 Mart 2010 Salı

KIZ TAŞI


Yaklaşık 10 m uzunlukta beyaz mermerden bir taş. Fatih'te.452'de Markionus yaptırmış. Kaidesinde çelenk taşıyan 2 Nike(zafer tanrıçası) varmış. Halk bu yüzden Kız Taşı diyormuş.
Önünden geçen kızların bakire olmayanlarını ifşa eden dedikoducu bir tılsımmış! Bu sebepten padişaha şikayet edilmiş ve kırdırtılmış...
Not:Yukarıdaki bilgiler net te bulduklarım,kitap karıştırmadım.İş bu bilgiler yanlış ise günahı bana ait değildir bildirile... (2006)

28 Şubat 2010 Pazar

İSTANBUL

Seni görüyorum yine İstanbul,
Gözlerimle kucaklar gibi, uzaktan.
Minare minare,ev ev,
Yol, meydan.

Geliyor Boğaziçi'nden doğru,
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi.

Bir yanda, serin sabahlarla beraber,
Doğduğum kıyılar:Beşiktaşım.
Baktıkça hep semt semt, yer yer,
Beş yaşım, on beş yaşım,ah yirmi yaşım!

Durmuş bir tepende okuduğum mektep,
Askerlik ettiğim kışladır ötesi.
Bir gün, bir kızını benim eden
E velendirme dairesi.

Benim de sayılmaz mı oralar?
Elimi tutar gibi iki yanımdan,
Babamın yattığı Küçüksu,
Anamın toprağı Eyüpsultan.

Önümde açık kollarıyla Boğaz,
Çengelköy'den aktarma Rumelihisarı.
İstanbul, İstanbul'um benim,
Kadıköy'ü, Üsküdar'ı...

Gün olur köprü ortasında durur,
Anarım, Adalarda çamların uykusunu,
Gün olur, Beyoğlu'nu özler içim,
Koklamak isterim Tünel'in kokusunu.

Bulut geçer üstünden,
Gemi gelir yanaşır
Bir eski türküdür, kulağıma fısıldar:
"İçi dolu çamaşır".

Göğünde tanıdım ayın ondördünü,
Kırlarında bilirim baharı,
Her şey, içimde her şey,
İstanbul yadigarı.

Bir daha görüyorum seni dünya gözüyle,
Göğün hep üstümde, havan ciğerlerimdedir,
Ey doğup yaşadığım yerde her taşını
Öpüp başıma koymak istediğim şehir!
ZİYA OSMAN SABA
Şair, İstanbul'un hayatına nasıl nüfuz ettiğini güzel anlatmış... İstanbul adına şiirler yazılmış şanslı şehirlerdendir.Ya da İstanbul'u yaşadıkları için şairler şanslı...Şairin bahsettiği yerleri fotograflamak gerekirdi ama İstanbul'un diğer kısımlarını da sevdiğine eminim. Kendi semtimle ilgili bir kareyi de koyuverdim.

23 Şubat 2010 Salı

KAHVEHANE-KAHVE

Şark Kahvesi'nden bahsedince kahve konusuna girmek gerekir dedim.
Peçevi'nin "Keyf erbabının keyiflerini artırır, cana can katar."diye övdüğü kahve benim de gözdemdir.Kahvenin kendisi kadar içildiği mekan da önemli.Kahvehane,kahve dükkanı işte...
Nezihlik,modernlik göstergesi olsun diye "cafe" denmesini komik buluyorum.Daha ötesi gurur kırıcı. Bizim kahve kültürümüz Avrupalılardan 115 yıl daha eski. Kahve ülkemize 1543'de girdi,1555'te İstanbul'da ilk kahvehaneler açıldı.Avrupa'da ise 1653'te Fransa'dan girmiş, içmeye başlamaları Paris elçimiz Süleyman Ağa sayesinde birkaç yıl sonra olmuş. Avusturyalılar da Viyana elçimiz Mehmet Ağa sayesinde tanımışlar...
İstanbul'da yüzlerce (Osmanlı İstanbulu nun nüfusu şimdikinin 1/7 i kadardı!) kahvehane sadece kahve içilen değil,geleneği göreneği olan, hayalcilerin,Pişekar ile Kavukluların, meddahların, ozanların icra-ı sanat eyledikleri sosyal toplanma mekanlarıydı.
Yukarıda verdiğim bilgileri Salah Birsel'in "Kahveler Kitabı"adlı eserinden aldım.Bilgileri ilginç, dili kahve kadar lezzetli bir kitap .
Evliya Çelebi 1630'da İstanbul'da 55 kahve saymış. dükkanlar binleri bulmuş. Bu mesleği ilk yapan kişinin yani kahvecilerin pirinin Şeyh Şazeli hazretleri olduğunu yazmış(Her mesleğin bir piri varmış)Kemerini Veysel Karani bağlamış.
Kahvehanelerin zamanla değişmesi doğaldır.Eskinin aynı zamanda berber dükkanı olan kahvelerini aramak abes olur. Ama herkesin gidebildiği kahvelerin çoğu "cafe" diye adlandırılmış.Onlara gidip oturmayı istemiyor canım...
Kitaptan tam bir alıntı:
"xıx.yy.da İstanbul'da kahve 20 paraya içilir.Kırk para verenler ise çokça saygı görür.Ama bu saygı kimseden esirgenmez.Denilebilir ki,Türkler kadar insansever, Türkler kadar demokrat ruhlu insan azdır şu yeryüzünde.Theophile Gautier yırtık pırtık giysili serserilerin kahvede şıkırdım giysili kişilerin yanına gelip peykelere kurulduğunu görünce çok şaşırmıştır.Hele kendi altın işlemeli kollarını yanındakinin yağlı,pis kolundan kaçırmayan insanların tutumu onu iyiden iyiye büyülemiştir.Gautier, Türklerin yabancılara gösterdiği saygı üzerinde de durur.Ona göre ,Paris'teki cakası bol kahvelerden gidecek olan bir Türk orada alaylı taşlamalar,kaba davranışlarla karşılanır.Oysa Türk kahvelerinde yabancılara terbiye dışı hiçbir davranışta bulunulmaz."
Hoş değil mi? Yazıyı bir zamanların Kahvehane duvarlarında en çok görülen levha ile bitireyim.
"Gönül ne kahve ister ,ne kahvehane
Gönül ahbap ister , kahve bahane "

22 Şubat 2010 Pazartesi

ŞARK KAHVESİ'NDE BİR MOLA

Kapalıçarşı, insanın geçen zamana dokunabildiğini çoğu mekandan daha iyi duyumsayabildiği bir yer.Nabzı atan, nefes alan bir mekan.
Yolumu sık sık oraya düşürürüm. Kuzenim ,sevdiğim yerleri seven , beraber dolanmaktan keyif aldığım birkaç kişiden biridir. Kapalıçarşı'ya gittiğimizde illa Şark Kahvesi'ne uğrarız. Atmosferi , kadim kapalı sokakları seyretme olanağı vermesi,lezzetli Türk kahvesi ile çekicidir.
Kuzenin dışarıyı(!) seyrederken cama akseden görüntüsü sevdiğim bir fotograf verdi bana.

ÇEMBERLİTAŞ



Bizans'ın Forum Augusteion'undan Forum Constantinus'una doğru gidelim. Yani Sultanahmet'ten Çemberlitaş'a... Konstantinopolis'in meydanlarından birindeyiz.Adını İmp.Constantinus'tan alan bu meydanın ortasına görkemli bir taş anıt dikilmiş .Yıpranarak da olsa günümüze ulaşmayı başarmış.Bizanslıların Constantinus Sütunu dediği yaklaşık 5o m lik bir taş var karşımızda.Şimdi yaşlı insanların kısalması gibi boydan kaybetmiş haline bakmayın.Zaten restore edilmekte.Gerçi boyunu uzatacaklar mı bilmem ama üzerine Apollon heykeli koymayacakları kesin!Bu koca taş 328'te dikilmiş .
Dörtgen bir kaidenin üzerindeki taşımızın üzerinde bir zamanlar Apollon'a benzetilmiş İmp Konstantinus heykeli varmış.Bu yakışıklı antik çağ tanrısı Zeus'un oğlu olur.Okçudur ve onun oku ile ölmek tatlı bir ölümdür.Ozanların piri diye bilinir.Hekim tanrı Asklepios'un babasıdır.Işıklı tanrıdır yani Phoibos Apollon'dur.Bu Contantinus-Apollon ,Çemberlitaş'ın üstünden Konstantinopolis'i seyredermiş.Apollon Anadolu kökenli bir tanrıdır. Daha fazla bilgi için mitoloji sözlüklerini karıştırınız.Eğer günümüz ünlülerinin kimin eli kimin cebinde bilinmez tarzı hayatları ilginç geliyorsa emin olunuz antik tanrıların özel hayatlarında yaptıklarının yanında sütten çıkma ak kaşık sayılırlar!Ciddiyim ...Kendini Apollon'un parıltısına sahip şekilde betimleten imparatorun biraz megoloman olduğunu düşünüyorum ama onun sayesinde dünyanın en önemli şehirlerinden biri inşa edildi ,üstüne gitmemek lazım.
Taşımız 9 porfir parçadan oluşuyor. 5. yy da alt kasnaktan bir parça düşünce demir halkalarla sağlamlaştırılmış. Yine 5. yy da heykelden parçalar düşmüş.Yangınlardan zarar görmesi yetmezmiş gibi 6 ve 8. yy ‘lardaki depremler bazı parçalarının kopmasına sebep olmuş. Dahası 12. yy da bir fırtınada heykel ve 3 kasnak düşmüş(insanların üstüne!) Zamanın imparatoru sütunu yeniletmiş ,üstüne korint tarzı bir başlık ve haç koydurmuş.İyice sadeleşmiş anlayacağınız.(“Sütun çeşitleri” güzel bir yazı konusu olabilir,kaydedildi.)
16 yy da biz Türkler çemberle sağlamlaştırmışız ve bilin bakalım ne ad vermişiz sütuna?
Ve haydaaa 17.yy da 2 ciddi yangın 17.yy da deprem 18.yy da yine bir yangın atlatmış.Bayanlar baylar ,karşımızdaki , tam anlamıyla badireler atlatmış ama dimdik ayakta kalmayı başarmış en az 1678 yıllık bu esere saygı gösterip ayağa kalkıyor ve selamlıyoruz. (Lütfen yenilemeyi hatırlatmayın ! O zamandan bu zamana geçen süre dahi bir sürü eski -yeni dünya – eserinin tarihinden daha fazladır...)
Şimdi 35 m olan bu sütunun dibinde pagan ve hristiyanlıkla ilgili kutsal kalıntılar olduğu rivayeti var. Dibini kazmaya kalkmazsınız biliyorum ama olur da şeytana uyarsanız o civarın yol bakım yapım,su ,elektirik,kanalizasyon vs için yeterince kazıldığını hatırlatırım.(Hiçbir şey çıkmadı kardeşim ,yorma kendini.) Özür dilerim ... En son Abdülbaki Gölpınarlı'nın evinin soyulduğunu öğrendim.Bu haberler son bulmayacak biliyorum ama üzülüp sinirlenmemek imkansız.
Eski forum geniş ve ferahmış ,kenarında senato falan varmış .Şimdi Çemberlitaş cüssesine yakışmayacak bir alanda dikiliyor.Yanıbaşına tramvay durağı yapıp iyice sıkboğaz etmişiz. Ben çevresindeki yeni dönem yapıların yıktırılmasının ne iyi olacağını düşünürken eldeki bulgurdan olmuşuz.
Not:Çemberlitaş'ın Bizans hanedanını (galiba) hastalık ve fesattan koruduğuna inanılırmış.Bu bilgiyi bir sitede gördüm.''Bizans oyunları' sözünü bilirsiniz..Hanedan içinde o kadar fesatlık vardı ki dışarıdan gelenler sinek ısırığı gibi kalırdı!Eğer kastedilen bizim hanedansa aynı durum onlar için de geçerli idi.Sonuç olarak taşın tılsımı hanedanları ne hastalıklardan ne de fesatlıktan koruyamamış, görevini yapamamıştır. (2006)

19 Şubat 2010 Cuma

AUGUSTEİON SÜTUNU


Bu sütunu göremeyeceksiniz. Çünkü artık yok !
Konstantinopolis imar edilirken şimdiki Ayasofya'nın yerinde başka bir Ayasofya vardı ve önü Augusteion Meydanı'ydı.Şehrin kurucusu Constantinus, meydanın ortasına üzerinde annesi Helena'nın heykeli olan porfir(bir mermer çeşidi) bir sütun diktirmiş (4.yy.). I.Theodosius sütunu değiştirip ,üzerinde kendi gümüşten heykeli olan bir tane diktirmiş(4.yy.sonu)! I. Justinianus da aşağı kalır mı !.. O da sütunu değiştirip yerine tuğla ve mermerden yapılmış 35m yüksekliğinde yeni bir tane diktirmiş(6.yy).Üzerine de gerçek ölçülerinin 3-4 katı büyüklüğünde atlı bir heykelini koydurmuş…1204 'teki Latin İstilası'ndan payını alan heykelin bronz kaplaması çıkarılmış! Meydan da yağmalanmış(kapılarına kadar)! 14.yy.da bir fırtınada zarar gören heykelin restorasyonu başlatılmış ama heyhat fetihten kısa bir süre sonra heykel yıkılmış. Nihayet 16.yy.da sütun yıkılmış.Su dağıtım merkezi yapımına kurban gitmiş.Heykel de eritilmiş. İşte Augusteion nam sütunun hazin öyküsü...

10 Şubat 2010 Çarşamba

EDİRNE'DEN HATIRA

Akçadam (5)
FU Edirne fotografı koy dedi. Favorimi seçtim. Bu sevimli çocuklar artık delikanlı ve genç kız oldular. Özden ve Özlem'in annesi Emine abla sohbeti keyifli, güleryüzlü tipik bir Trakyalı'dır. Ah, her yıl giderim diyorum Edirne'ye...Belki bu sene giderim. Tanıdıkları görmek güzel olur.

ÖRME SÜTUN - ÖRME OBELİKS



Yine At Meydanı'ndayız.3500 yaşında Dikilitaş,1600 yaşında Yılanlı Sütun veeee sırada yaklaşık 1050 yaşındaki Örme Obeliks. Bizans İmp.u 7.Constantinus Porphiyrogenetos'un dikilitaşı, nam-ı diğer Collesse...
Kaidesindeki Yunanca kitabe 7.Constantinus'un(911-955) dünyanın 7 harikasından Rodos Colos'u ile rekabet edecek bir harika yaratmak istediğini yazar. 7.Constantinus bu anıtı büyükbabası Makedonyalı I.Basileos için diktirmiş.
Şimdiki basit görünümüne bakıp burun kıvırabilirsiniz. Yapıldığı zaman üzeri I. Basileos'un başarı ve iyiliklerini anlatan kabartmalı bronz plakalarla kaplıymış. Düşünün Güneş ışığı vurduğunda altın gibi parlayan bir sütun! Üstü Dikilitaş gibi piramit şekliyle devam ediyor ve bronz bir küre ile sonlanıyordu. Görmüş olanlar! Bu şeklini hayal edebilirsiniz. Eminim harika görünüyordu. 1204'te Konstantinopolis'i istila eden Latinler de bayılmışlar…Ayılmışlar, bronz plakaları söküp küreyi indirmişler.Bir güzel eritip değerlendirmişler. Böylece şehri koruduğuna inanılan tılsımlardan biri cascavlak kalmış. Siz gene de giderseniz yanına, eski haline bakarmış gibi yapın üzmeyin bu güzel eseri,utanmasın ...
Bu anıtın şehri depremden koruduğuna inanılırmış. Şehrin tılsımlarından biriymiş anlayacağınız. İstanbul tarihinin depremlerle dolu olduğuna dikkatinizi çekerim. Bu anlamda başarısız bir çalışma...

9 Şubat 2010 Salı

BOĞAZİÇİ'NDE KIŞ



Sarıyer'den Kabataş'a gidiyordum.Yılın ilk karı yağmışken Sultanahmet'e gitmemek olmazdı.İyi ki makineyi almışım yanıma.Buğulu,sular akan camdan akıp geçen Boğaz görüntüsünü çektim durdum.Fena olmadı.Boğaz her mevsim güzeldir.Kışın yeşilini özellikle severim.

GOTLAR SÜTUNU



Bu dikilitaş Gülhane Parkı'ndadır.Ama ben onu görmek içinTopkapı Sarayı'nın Enderun-u Hümayun (İç Saray) denilen kısmına giderim.Padişahın özel alanı olan kısıma.Saray’ın ilk avlusunu geçiyorsunuz ,bilet alıp 2. kapıdan geçip 2.avluya giriyorsunuz. Kapıyı geçtiğinizde bir bina ile hapahap karşılaşıyorsunuz. (Orayı anlatırım bir ara …) Siz sağ veya solundan kıvrılıp ilerleyin. Soldan giderseniz “Kutsal Emanetler” kısmına, sağdan giderseniz “Hazine” kısmına doğru yol almış olursunuz. İkisinin arasındaki binalar silsilesinde ileriye geçişler olduğunu göreceksiniz. O minik yokuşlardan birinden inin ,geçtiğiniz yer çeşitli köşklere , Konyalı Lokantası’na :) ev sahipliği yapıyor. Siz yokuşu inince karşıya devam edin. Parmaklıktan dışarı, sola doğru bakın. İŞTE O TAŞ, BU TAŞ. Şimdiii, benim harika anlatımıma rağmen bulamadıysanız hata sizin! Orası benim için refleks gibi pek düşünmeden gittiğim bir yer.Hem sarayı gezmiş hem de sütunu görmüş olursunuz.
Kaidesiyle beraber 15m.'yi bulan sütunun üzerinde korinth stilinde, gövdesine uygun büyüklükte bir başlığı vardır. Başlığın üzerinde, bir zamanlar Byzantion'un kurucusu Byzas'ın heykeli olduğu zannedilmektedir. 3.yy. sonları veya 4.yy. eseri olduğu tahmin edilmektedir. Yani yaptıranı(banisi) Aurelius Cladius Gothicus, I.Theodosius veya I.Constantinus olabilir. İsimlerden isim beğenin ! Beyaz mermerden bu güzel dikilitaş bir Roma İmp.luk eseri olarak şehrimizi zenginleştiren bir anıttır. Tabii siz Gülhane Parkı'na gidip sütunun dibine kadar sokulabilir daha net görebilirsiniz.Ne sıkıcı:)Sonra da az ilerisindeki Setüstü denen çay bahçesinde oturabilirsiniz.Manzara harika .
Bir Osmanlı sarayında gezerken farklı bir dönem ve üslupta anıta rastlayıverip şaşırırsınız. Şaşırmayınız,burası İstanbul! Medeniyetlerin üst üste geldiği ,hala varlıklarını gösterebildikleri özel bir şehir... 2. kapıdan -paralı!- geçtiğinizde mutfaklar tarafına – üstünde bir sürü baca olan kısım-sağa doğru bakın,devasa sütun parçaları göreceksiniz –ait oldukları binanın cüssesini hayal edin bir de! – işte onlar da Bizans (Doğu Roma)İmparatorluğu’na aittir.Hmm, sütun başlıkları için bir yazı iyi olabilir…Benim için..Burayı bildiklerimi tekrar hatırlayabilmek için oluşturdum.
Sonuç olarak Osmanlı Sanatı yanında nasılsa gözden kaçırılan bir Doğu Roma sanat eseri Topkapı Sarayı’nın dibinde fark edilmeyi bekliyor.Bir bakışı çok görmeyin vesselam.

7 Şubat 2010 Pazar

YILANLI SÜTUN - BURMALI SÜTUN



Bir zamanlar Bizans vatandaşlarının en çok ilgilendiği konulardan biri Hipodrom'daki at yarışları idi.Bizim futbola düşkünlüğümüzden daha da fanatikçe bir zevkti onlar için.Hipodrom İstanbul'un en güzel ve eski yapılarından biri idi.Şöyleki,bugün ayakta olan 3. Ayasofya Kilisesi'nden daha önce yapılmış bir Roma İmp.luk eseridir.Onun hikayesini de başka zaman anlatacağım.Hipodrom'un ortasındaki spina duvarına herbiri şaheser olan 10'dan fazla anıt dikilmişti.Onlardan geriye sadece üçü kaldı.Önceki yazıda anlattığım Dikilitaş,Yılanlı Sütun ve Örme Sütun.
Yılanlı sütun taş değil tabii.Bir Yunan eseri.Yunanlılar M.Ö. 5.yy. sonlarında Perslere (İranlıların ataları) karşı Salamis ve Plateia Savaşları'nı kazanmışlar. Bu savaşlarda ele geçirdikleri tunçtan Pers silahlarını eritip döküm tekniği ile bu anıtı yapmışlar,zaferleri hep anılsın diye.Sütunu Delphoi'deki (Yunanistan'da bir antik şehir) ünlü Apollon tapınağına hediye etmişler.Tapınağın ünlü altın kazanının bu özel sacayağının üstüne konulduğu söylenir.
Sütun İstanbul'un 2. kurucusu sayılabilecek Roma İmp.u Constantin tarafından 4. yy.da tapınaktan alınıp Hipodrom'a dikilmiş.
Üç yılanın birbirine dolanması ile oluşan sarmal gövde 6,5m yükselir,yılanların başları birbirinden ayrılıp 3 ayrı yöne bakar şekilde sonlanır(dı).Toplam yüksekliği 8,5 m kadarmış.Şimdi 5,5m'lik bir gövde görüyoruz sadece. Sütun 17.yy'da maalesef tahrip edilmiş.
Yılan kafalarından biri bugün İngiltere'de British Museum'da ,birinin üst çenesi İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir.Bizdeki 1856'daki bir kazıda ünlü Fossati kardeşler tarafından bulunmuş.Ama müzeye gidip göremezsiniz çünkü sergilenmiyor.Eski gravürlerde ,minyatürlerde bütün halini görmek mümkün... Uygun bir fotograf bulup koyamadım.Çekeceğim inşallah.
Sütunun altında yazılar bulunmuş. Bunlarda savaşlara katılmış 31 Yunan kentinin adları varmış.
Evliya Çelebi diyor ki:''İstanbul'da 17. tılsım Burma Direk'tir.Bu direk 3 başlı bir ejderha suretini gösterip başının birisini bir yeniçeri bir vuruşta kırmıştır.O tarihte kısmen tılsımı bozulmuş olan İstanbul içine yılan ve çiyan ve akrep misali hayvanlar yayılmışlardır.''
Bir rivayete göre de Fatih Sulatan Mehmed'e yılan başlarının tılsımından bahsedilmiş ve Fatih hurafelere inanmadığını bildirmek üzere yılanlara gürzünü atmıştır.(H.Şehsuvaroğlu)
Burma Direk 2400 yıllık bir anıttır.Yaklaşık 1600 yıldır İstanbul'da ikamet etmektedir,vesselam.2006 Foto 2010

6 Şubat 2010 Cumartesi

DİKİLİTAŞ - I.THEODOSİUS DİKİLİTAŞI



Hani Sultanahmet'te At Meydanı'ndaki,nam-ı diğer Hipodrom'daki...Çok kişi bu 30 m.lik taşı beğeniyle seyredip geçer. Siz bir daha gittiğinizde karşınızdakinin İstanbul'un ortalıktaki en eski yapısı olduğunu bilerek bakın. Dokunamayacaksınız ama (İyi ki!) tam 3500 yıllık bir sembole baktığınızı bileceksiniz. Üzerinde MÖ 1500'de Mısır firavunu olan III.Tutmosis nam adamın destanının yazılı olduğunu bileceksiniz. Gerçi Tutmosis onu Sultanahmet'te sergilensin diye yaptırmamıştı! Gün olmuş devran dönmüş, güçler yitirilmiş. Gün Romalıların olduğunda Jülyen MS 4. yy.da İstanbul'a nakletmek istemiş ama ömrü vefa etmemiş. Bizans İmparatoru I.Theodosius 390'da getirtmeyi başarmış . Gemi Marmara kıyısına yanaşmış. Dikilitaş, Hipodrom'a kadar yapılan özel bir yoldan tam 33 günde getirilip spina duvarına dikilmiş. (Şu an Dikilitaş,Örme Sütun ve Yılanlı Sütun'un durduğu hat yarış arabalarının etrafında döndüğü yatay bir dikdörtgenler prizması şeklindeki spina duvarı idi.) Dikilitaş,Bizans yapımı bir kaideye oturtulmuştur ki farklı taş ve işleniş hemen kendini belli eder.Sütunumuz kırmızı granittir ve sağlamlığı ayandır.Theodosius bu zorlu girişimi boşuna göze almamıştır. Hem halka gücünü göstermek hem de üzerindeki hieroglif yazılar sayesinde halk üzerinde tılsım oluşturmak istemiştir.Kötü bir cümle oldu. Neyse,bir savaşın ardından zaferinin anısına diktirmiştir.Böylece hem Tutmosis hem I.Theodosius anılmak için taş dikmişlerdir işte...Dikildiği tarihte yaptırılan kaidenin 4 yüzünde 181 figür ve 2 kitabe vardır. İmparator ve ailesini maiyetleri ile localarında gösteren kabartmaların yanı sıra sütunun nasıl dikildiğinin hikayesi de işlenmiştir bu kaideye.
Mısır medeniyetinin bir eseri ama 390'dan beri yani 1615 yıldır İstanbul'da ...(Yazıyı 2005’te yazdım) Yakın döneme kadar merkezin en yüksek anıtlarından biriydi. Konstantinopolis'in ve İstanbul'un iyi kötü günlerine şahitlik etti.Bu güzel eser korunmayı hayranlıkla bakılmayı hakkediyor.Yapan ve yaptıran Mısırlılar,getiren Bizanslılar , yok etmeyip 20.yy. a devreden Osmanlılar, koruması gereken Türkiye..Bence Dikilitaş madde olarak İstanbul'un ağırlından fazlasıyla altın kıymetindeki eserlerinin en önde olanı.Kendi topraklarından çok uzağa gitmek zorunda kalmış bir emanet.Umarım 3500 yıllık bu taş bundan sonraki deprem,yangın gibi felaketlere de göğüs gerer . Bazıları duymasın ,bizim altın taşlarımız var gerçekten.
Yoruldum bre !Diğer taşlar bekleyecek...(2006)

YOROS KALESİ'NDE BİR HAZİNE



Fotograf kursuna devam ettiğim yıl bir arkadaşımla Anadolu Kavağı'na fotograf çekmeye gittik. Yoros Kalesi'ne çook sıcak bir günde perişan şekilde çıktık. Harap bir kahve ile karşılaşmak süpriz olmuştu. Oturacak eski 2 koltuk bir sehpa bizi bekliyordu. Türk kahvesi getiren kahveci Roman bir kadındı. Güleryüzlü bir evsahipliği gösterdi. Çok çekingen olduğum için modelli çok az fotografım vardır. Bu hanım ördek yavrusu ile fotografını çekmemi istedi:)
Hiç yönlendirmedim ,kendisi pozdan poza girdi. Çektiğim en güzel fotograflara vesile oldu.

İSTANBUL’UN DAĞI TAŞI ALTIN - GİRİŞ

Anılmak için ne yaparsınız? Bilim adamları bir tarafa çünkü onlar icat ettikleri, keşfettikleri şeylerle iyi veya kötü belli çevrelerde her daim anılır. Ben toplumun büyük kesiminin yaşarken tanıdığı nefret veya sevgi ile andığı ünlüleri kastediyorum. Sanatçılar çok uzun zamandır bir şekilde imza atıyorlar eserlerine. Antik çağın adı bilinen sanatçıları da var mesela. Siz yönetici olduğunuzu düşünün. Bugün için bir binaya, sokağa, parka filan isminizin verilmesi hoşunuza gider değil mi? Ama insanlar adınızı önce bilinçle ve sizi düşünerek söyler, ama zaman aşımına uğradığınızda yeniler sadece telaffuz eder. Eski büyük adamlar işi sıkı tutmuşlar. Binlerce yıl sonra bile adları anılsın deyu olağanüstü saraylar,tapınaklar,mezarlar,efendime söyleyeyim anıtlar yaptırmışlar. O zamanlar kim kıyıcı ve zeki ise baş olmuş ,sülalesine güç ve servet kazandırmış. Ama ardıllarının çoğu da en baştaki atası ile kalmayıp kendi isminin hatırlanmasını garantiye almak için uğraşmış. Sonuçta dünyanın hemen her yerinde arkeologların, sanat tarihçilerinin, tarihçilerin, hukukçuların keşfede keşfede, inceleye inceleye bitiremediği bir malzeme bıraktılar. El yapımı, akıl ürünü, bugünlere referans olarak bırakılan harika eserler onları zamana rağmen hatırlamamız için dürtükleyip duruyor bizi. Helal olsun deyip girizgahı bitiriyorum.
İstanbul'daki taşların bazılarını konu aldım. Tabii ki yapıldıktan 1-2 sene sonra sökülen , yerlerine aynı özensizlikle başkalarının konulduğu taşları değil... Ünlü binalar da değil. Gerçi insan elini dokundurup İstanbul’un “Yeni” diye anılan ama Amerika'daki en eski yapıdan daha eski ve değerli olan Eminönü cami'nde de huşu duyup ''350 yıllık bu taşlar ne güzel'' diye iç geçirmiyor değil. Veya Haliç kenarındaki bir camiye bakıp hemen fetih sonrası yapılan küçük yapının kötü restorasyon yüzünden neredeyse bugün eskiye öykünülerek yapılmış kötü mimari örneklerine benzetilmesine bozuluyor. Ama o taşların 550 yıllık olması yapanları da yaptıranı da anmak için iyi bir sebep.Hay Allah ,iyice düşünmemişim-yine- konuyu dağıtıyorum. Tamam, konu dikilitaşlar.

BAŞLANGIÇ

Kahvaltı sırasında henüz uyanamamışken giriş yazısı yazmak pek akıl karı değil.Velakin ,en nihayet bir ismi kabul ettirebilmenin ve bu kayıt penceresine ulaşabilmenin keyfiyle yazmaya başladım.Düşüncesizce yazmak uzun zamandır yaptığım, kardeşimin onayladığı bir durum!
İstanbul evvelden ,gelenleri değiştiren,saygıyı talep eden bir şehirdi. Gelen sayısı ile müsemma artık gelenlerin değiştirdiği,saygıyı rica eden bir şehir oldu.Ben seviyorum bu şehri.Bir sürü ismi mevcut. Selçukluların kullandığı-Türkmenistanlılar hal-i hazırda kullanıyorlar-STAMBUL adını tercih ettim.Ama yek başına blog ismi olamazmış,ısrarla adımı ekleştirmeyi önerdiler...gul-stambul asgari müştereğimiz oldu.İçime sinmedi ama problem değil.
İş olsun diye başladım aynı zamanda hayırlı olmasını diliyorum.
...
Yukarıdaki paragraf kardeşimin blog ismini beğenmemesi üzerine yalan oldu!Bu yeni blogun isim annesi kardeşim oldu.Kızcağız benim isim takmadaki becerisizliğime kızdı.Faraza şu şu olabilir derken şeker İstanbul diye örnek verdi.Akılda kalıcı olsuna örnek! Ben gülmeye başlayıp olsun dedim:)Saçma bir isim ama şeker işte.Eh bu da hayırlı olsun.